24 – Nur

       Nur suresi Medine döneminde inmiş olup 64 ayettir. 35. ayette geçen ve Allah’ın, gökleri ve yeri aydınlatan “nur” undan bahsedildiği için “Nur suresi” adını almıştır.
       Bireysel ve toplumsal hayatla ilgili çeşitli hüküm ve prensiplerin ve aile hayatına dair esasların yer aldığı sûrede zina edenlerle ilgili hükümlere yer verilmiş ve eşler arasında zina isnadı probleminin çözümüne dair açıklamalar yapılmıştır. “İfk Hadisesi” diye adlandırılan ve “Benî Mustaliḳ Gazvesi” dönüşünde ihtiyacı sebebiyle İslâm Ordusundan kısa bir zaman geri kalan Hz. Ayşe’ye yapılan iftira konu edilmiş ve bunun büyük bir bühtan olduğu belirtilmiştir. Kadınların örtünmesinin de işlendiği sûrede iffetli kadınlara zina iftirasında bulunanların ispat yükümlülüğü, cezası ve lânetleşme usulü getirilmiş, ispat edemeyenlerin dünyada ve âhirette lânete uğrayacakları ifade edilmiştir. Mahrem olmayan kadınlarla erkeklerin birbirlerine karşı davranışlarında riayet edecekleri kurallara değinilmiş, evlenme arzusu kalmamış (çocuktan kesilmiş) cinsel arzu duymayacak kadar yaşlanmış kadınların dış giysilerini çıkarmalarında bir sakınca olmadığı belirtilmiştir. İman, küfür ve nifak konularına temas edilen sûrede; tabiatın işleyişinden misaller verilerek Allah’ın varlığı, birliği ve yetkin sıfatlarına atıfta bulunulmuştur. İman edip erdemli davranışlar ortaya koyanlar için hâkimiyet döneminin yaklaştığı ifade edilen sûrede Hz. Peygambere karşı Müslümanların uymaları gereken edep ve görgü kurallarına değinilmiş, peygamberin emirlerine muhalefet edenlerin elem verici bir azaba uğratılacağı uyarısında bulunulmuştur.

       Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla.
       1. (Bu) bizim indirdiğimiz ve (hükümlerinin tatbikini) farz kıldığımız bir suredir. Öğüt alasınız diye onda apaçık ayetler indirdik.
       2. Zina eden kadın ve zina eden erkekten her birine yüzer değnek (sopa) vurun. Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız, Allah’ın hükmünü uygulamada acıma hissi sakın sizi etkisi altına (alarak bu cezayı uygulamadan) alıkoymasın. Onların cezalandırılmalarında mü’minlerden bir grup da şahit olsunlar (ki bu uygulamanın bir de caydırıcılığı olsun)!
       3. Zina eden (ve bunu hayat tarzı haline getiren) bir erkek, (ancak kendisi gibi) zinakâr ya da müşrik olan bir kadınla nikâhlanabilir; zina eden (ve bunu alışkanlık haline getiren) bir kadın da (ancak kendisi gibi) zinakâr ya da müşrik olan bir erkekle nikâhlanabilir. Böyle (gayri meşru ilişkileri âdet haline getiren insanlarla evlenmek) mü’minlere yasaklanmıştır.
       4. Namuslu kadınlara zina isnat edip sonra da dört şahit getiremeyenlere seksen değnek (sopa) vurun! Artık (bundan böyle) onların şahitliğini asla kabul etmeyin! İşte bunlar yoldan çıkmış kimselerdir.
       5. Ancak bunun ardından tevbe edip kendini düzeltenler bunun dışındadır. Çünkü Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.
       6-7. Eşlerini zina etmekle suçlayan ve bu konuda kendilerinden başka şahit gösteremeyen erkekler, eğer Allah hakkı için doğru söylediklerine ilişkin dört kez yemin ederlerse, tek başlarına yaptıkları bu şahitlik, dört şahit yerine geçer. Beşinci (yemin) ise, eğer yalan söyleyenlerdense, Allah’ın lanetinin muhakkak kendi üzerinde olması(nı kabul etmesi)dir (“Eğer yalan söylüyorsam, Allah’ın laneti üzerime olsun” demesidir).
       8-9. Kadının da kocasının gerçekten yalancı olduğuna dair Allah’ı şahit tutarak dört defa yemin etmesi, kendisinden cezayı kaldırır. Beşinci defada kocasının söylediğinin doğru olması halinde, Allah’ın gazabının kendi üzerine olması(nı dilemesi)dir (“Eğer kocamın söylediği doğru ise, Allah’ın gazabı üzerime olsun” demesidir).
       10. (Düşünsenize) Ya Allah’ın sizin üzerinizde fazlı ve merhameti bulunmasaydı (ne yapardınız)? Şüphesiz ki Allah tövbe edenlere ceza vermekten vazgeçen ve her şeye adaletle hüküm verendir.

       “Geri dönmek” ve “yönelmek” anlamlarına gelen “tevbe”, dini ıstılahta “Allah’tan uzaklaştıran yoldan dönmeye, günahtan dolayı vicdanın elem duymasıyla aynı fiili bir daha yapmamaya samimi bir şekilde karar vermek” demektir. Tevbenin kabulü için, bu ayette ve A. İmran 3/135’te buyrulduğu gibi pişmanlık ve karar esastır. Allah tevbeleri nasıl olsa kabul ediyor mülahazasıyla işlenen günahlar tövbelerin karşılık bulmasına mâni olur ve kişinin Allah katındaki itibarını sarsar.

       11. (Resul’ün eşi Ayşe’yi) iffetsizlikle suçlayanlar (ona iftira atanlar) içinizden bir gruptur. Siz (ey bu iftiranın mağdurları)! Bunu kendiniz için kötü bir şey sanmayın! Tersine (iftiraya uğramanız) belki sizin için hayırdır! (İftiracılara gelince,) onların her biri (böyle yaparak) işledikleri günahın yükünü taşıyacaklardır ve onlardan bu (günahın) işlenmesinde başı çekeni vahim bir azap beklemektedir!

       “Beni Mustalik Gazvesi” nden İslam ordusu ile birlikte dönen Hz. Ayşe, ordunun konakladığı sırada ihtiyaçtan dolayı konaklama yerinden uzaklaşmış ve dönerken de gerdanlığını kaybetmişti. Gerdanlığını ararken ordu hareket etmiş, Hz. Ayşe’nin devesini süren, onun devenin üzerindeki kapalı yerde olduğunu sanarak yola devam etmişti. Artçı olarak ordunun arkasında görevli bulunan Safvan Hz. Ayşe’yi devesine bindirerek orduya yetiştirmişti. Bu durumu gören başta Abdullah İbni Ubeyy olmak üzere bazı münafıklar Hz. Ayşe hakkında hoş olmayan dedikodular çıkarmıştı ve bu asılsız konuşmalar bir aya yakın bir zaman devam etmişti. Gönderilen bu ayetle hem atılan iftiranın asılsız olduğu ortaya konmuş, hem de bu olaya çok fazla üzülen Hz. Muhammed teselli edilmiştir.

       12. (Siz ey inananlar!) Bu iftirayı işittiğiniz zaman, mü’min erkekler ve mü’min kadınlar olarak birbiriniz hakkında iyi zan besleyip: “Bu apaçık bir iftiradan başka bir şey değildir” demeniz gerekmez miydi?

       Bu ayet, Müslümanların asla vurdumduymaz olamayacağını, araştırma yapmadan her söylenene inanmayacağını, dedikodulara kendilerini kaptırarak sorumsuz davranamayacağını, oyuna gelmeyeceğini, aldatılmayacağını ve her konuda duyarlı, hassas ve sorumlu davranması gerektiğini ortaya koyuyor. “Ey inananlar! Size fâsık birisi, bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın! Yoksa bilmeyerek bir topluluğa karşı kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.” (Hucurât 49/6)

       13. Onlar (iftiracılar) bu iddialarına dair dört şahit getirselerdi ya! Şahitleri getirmediklerine göre, artık onlar Allah katında yalancıların ta kendileridir.
       14. Eğer dünyada ve ahirette Allah’ın size yönelik lütfu ve merhameti olmasaydı, içine daldığınız dedikodudan dolayı büyük bir azaba çarpılırdınız.
       15. O iftirayı dilden dile birbirinize aktarıyor, işin aslına dair bilginiz olmayan sözleri ağızlarınızda söylüyor ve bunu basit, önemsiz bir şey sanıyordunuz. Oysaki Allah katında o, çok büyük bir günahtır.

       Bu âyet hem iftiranın hem de dedikodunun ne kadar büyük bir felâket olduğunu anlatıyor. İftira bir fitnedir, dedikodu bu fitnenin fesada dönüşmesidir, fitne ise adam öldürmekten daha büyük bir felâkettir. “… Fitne adam öldürmekten daha kötüdür…” (Bakara 2/191, 217)

       16. Bu iftirayı işittiğiniz zaman: “Bu konuda söz söylemek bize yakışmaz. (Allah’ım) sen yücesin! Bu, büyük bir iftiradır” demeniz gerekmez miydi?
       17. Eğer inanıyorsanız, o (iftira)nın benzerine bir daha ebediyen dönmemeniz için Allah size öğüt veriyor.
       18. Allah mesajlarını size apaçık bildiriyor. Zira Allah her şeyi tam bilen, her işi hikmetle yapandır.
       19. Mü’minler arasında ahlâksızlığın ve edepsizliğin yayılmasını isteyenleri gerek dünyada ve gerekse ahirette acıklı bir azap beklemektedir. Allah her şeyi bilir ama siz bilmezsiniz.
       20. Eğer Allah’ın sizin üzerinizdeki lütfu ve merhameti olmasaydı ve eğer Allah pek şefkatli ve merhametli bulunmasaydı (başınıza müthiş bir azap gelirdi).
       21. Ey inananlar! Sakın şeytanın adımlarını izlemeyin (onun yolundan gitmeyin)! Kim şeytanın adımlarını izler (ve onun yolundan gider)se (bilsin ki), o edepsizliği, ahlâksızlığı ve çirkin davranışları (size) emreder (de sizin yoldan çıkmanızı sağlar). Eğer Allah’ın size yönelik lütfu ve merhameti olmasaydı hiçbiriniz asla kötülüklerden arınamazdınız. Ama Allah (kullarından) dileyeni kötülüklerden arındırır. Allah (her şeyi) hakkıyla işiten, (her şeyi) hakkıyla bilendir.
       22. İçinizden erdemli ve servet sahibi kimseler yakınlarına, düşkünlere ve Allah yolunda hicret edenlere sadaka vermeme hususunda yemin etmesinler. (Onları) affetsinler ve hoş görsünler. Allah’ın sizi bağışlamasını istemez misiniz? Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.

       Hz. Ayşe’ye atılan iftiraya inananlardan biri de Hz. Ebu Bekir’in, himayesini ve bakımını üzerine aldığı çok fakir olan teyzesinin oğlu Mistah’tı. Mistah’ın iftira edenlerle beraber hareket ettiğinin farkına varan Hz. Ebu Bekir, bir daha ona yardım etmeyeceğine dair yemin etmişti. Oysa Mistah’ın bu konuda kötü bir niyeti yoktu. Kendisi hem muhacirlerdendi ve hem de Bedir savaşına katılanlardandı. Bu sebepten dolayı bu ayet inmiş oldu ve Mistah gibi tevbe edenlerin affedilmesinin uygun olacağı ve aynı zamanda infak konusunda yakınları gözetirken onların ilgisine, tavrına, duruşuna ve saygısına bakarak değil, ihtiyaçlarına göre hareket etmek gerektiği bildirildi. Allah “infak etmeye yakınlarınızdan başlayın” diyor. “Size yakınlık edenlerden” değil. “Akrabaya, yoksula ve yolcuya hakkını ver…” (Rum 30/38) Onun için eğer yakınımızda ihtiyaç sahibi birileri varsa ve velev ki bizimle ilişkileri iyi de değilse, hatta bizim hakkımızda iyi de düşünmüyorlarsa infak etmeye yine de onlardan başlamak zorundayız. Zira Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmak bunu gerektirir. Allah rızık verirken insanların imanına ve sevgisine göre verseydi insanların çoğu açlıktan ölürdü. Bu konu hakkında ayrıca Bakara 2/83, 177, Nisa 4/34, Nahl 16/90 âyetlerine de bakabilirsiniz.

       23. Hiç şüphesiz, (haklarında uydurulan) fenalıklardan habersiz iffetli/namuslu, mü’min kadınlara (zina suçu) isnat eden (ve yaptıklarından dolayı tevbe etmeyen)ler var ya; işte onlar dünyada da ahirette de lanete uğramışlardır. Onlara büyük bir azap vardır.
       24. O gün (kıyamette); kendi dilleri, elleri ve ayakları (dünyada) yapmış oldukları şeylere tanıklık edecektir. Bkz. 36/65 ve dipnotu, 41/21-22
       25. O gün Allah, onlara kesinleşmiş cezalarını tastamam verecek ve nihai gerçeğin yalnızca Allah olduğunu (böylece) bileceklerdir.
       26. (Kural olarak,) kötü kadınlar, kötü erkekler için; kötü erkekler de kötü kadınlar içindir. İyi kadınlar, iyi erkekler için; iyi erkekler de iyi kadınlar içindir. Bunlar (Ayşe ve Safvan), o iftiracıların dediklerinden uzaktır. Ve onlar için (iftiraya uğradıklarından dolayı) bağışlanma ve (cennette) tükenmez bir rızık vardır.
       27. Ey inananlar! Evlerinizden başka evlere, (sahipleriyle) yakınlık kurup (izin almadan) ve (ev halkına) selam vermeden girmeyin! Bu (konuda hassasiyet göstermeniz), sizin için daha hayırlıdır. Düşünüp anlayasınız diye size böylece öğüt veriliyor.

       İnsanların huzur ve güven içinde yaşadıkları meskenler onların aynı zamanda mahrem mekânlarıdır. Konut mahremiyeti ile ilgili gelen bu yasaklama tamamıyla bireyi ve aileyi korumaya matuftur. Kişilerin malları ve canları ne kadar önemliyse özel ve ailevi hayatlarının mahremiyeti de o kadar önemlidir. Cahiliye döneminde özellikle bedevi Araplar evlere sormadan ve ses çıkarmadan pervasızca girerdi. Bu ve bundan sonraki ayetler, cahiliye kültüründen kalan bu âdete son vermek için nazil olmuştur.

       28. Eğer evde kimseyi bulamazsanız, size izin verilinceye kadar oraya girmeyin! Eğer size: “Geri dönün” denirse, hemen dönün. Çünkü bu, sizin için olması gereken daha nezih bir davranıştır. Allah, yaptıklarınızı hakkıyla bilendir.
       29. Hayat olmayan (oturulmayan) ve içinde eşyanızın bulunduğu evlere izinsiz girmenizde bir sakınca yoktur. Allah, açığa vurduklarınızı da gizli tuttuklarınızı da bilir.
       30. Mü’min erkeklere söyle, bakışlarını haramdan sakınsınlar, ırzlarını (iffet ve namuslarını) korusunlar. Bu onlar için en uygun arınma yoludur. Şüphe yok ki, Allah onların yaptıklarından hakkıyla haberdardır.
       31. İnanan kadınlara da söyle, (onlar da) bakışlarını haramdan sakınsınlar, ırzlarını (iffet ve namuslarını) korusunlar ve açığa çıkanlardan (el, yüz ve ayaklar) hariç, ziynetlerini (cazibeyi artıracak süslerini mahrem olmayan kimselere) göstermesinler ve (başlarına alacakları) örtülerini yakalarının üzerinden aşağıya doğru salsınlar. Süslerini kocalarından, babalarından, kayınpederlerinden, oğullarından, üvey oğullarından, kardeşlerinden, erkek kardeşlerinin ya da kız kardeşlerinin oğullarından, kendi (mü’min) kadınlarından yahut yasal olarak sahip oldukları cariyelerinden veya kendilerine bağlı olup cinsel isteklerden yoksun bulunan erkek hizmetçilerinden ya da kadınların mahrem yerlerinin henüz farkında olmayan çocuklardan başka kimsenin önünde açığa vurmasınlar. Gizledikleri süsleri bilinsin diye (dikkat çekmek için) ayaklarını yere vurmasınlar. Ey inananlar! Hepiniz topluca, günahkârca davranışlardan dönüp Allah’a yönelin ki kurtuluşa, esenliğe erişesiniz! Bkz. 33/32 ve dipnotu, 33/59

       Bu iki ayette mü’min erkek ve mü’min kadının her ikisine de gözlerini haramdan sakınmaları ve ırzlarını (iffet ve namuslarını) korumaları konusunda uyarı vardır. İnsan uzuvlarının hareketinde gözün rolü çok büyüktür. “Göz görmeyince gönül katlanır”, “Göz görür, gönül ister” gibi veciz sözler de bunu doğrular. Onun için Allah, korunmaya gözden yani bakıştan başlamak gerektiğini vurguluyor. Bu uyarılara bağlı olarak, kadına yapılan uyarının erkeğe nispetle daha fazla olduğunu görmekteyiz. Çünkü gerek yaratılışlarından gelen gerekse sonradan kazanılan özellikleri bakımından kadın erkeğe nispetle daha farklı konumdadır. Kadını farklı kılan bu özelliğin temelinde, ona karşı ilgisi bulunan erkeğin cinsel tacizinden kadını korumaktır.
       “Himar” sözcüğü geniş anlamlı bir kelime olup örtü manasına gelir. Klasik müfessirlere göre “Himar” hem İslam’dan önce ve hem de İslam’dan sonra Arap kadınlarının geleneksel olarak başlarına örttükleri ve zaman zaman süs giysisi olarak da kullandıkları bir örtüdür. Eski Arap dilinde herhangi bir şeyi örtmek için yere konulan ve masaya örtülen örtü için de “Himar” sözcüğü kullanılırdı. Ayette geçen “Himar” da asıl olan Ahzab 33/59. ayetinde ifade buyrulduğu gibi “Hanımlarına, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına söyle: ‘Tanınmaları ve eziyete uğramamaları için bedenlerini örtecek elbiselerini giysinler!’” şeklinde kadının hür ve özgür olduğunu belli etmesi, cazibesini örtmesi ve rahatsız edilmemesi için tedbir almasıdır. Bugün bunun aksine bazı kadınlar kötü niyetli olmasa da daha cazip görünmek ve dikkatleri üzerlerine çekmek için farklı renklerde ve desenlerde örtüler kullanarak sözde İslam’ın emrini yerine getiriyorlar. Üstelik saçtan çok daha cazip olan vücutlarının diğer yerlerini dikkate şayan bir şekilde bütün cazibesiyle ortaya koyuyorlar. Sanki Kur’an örtünme emrini sadece baş için vermiş. Hâlbuki örtünmeye, karşı cinsin dikkatini çekebilecek ve şehevi hisleri tahrik edebilecek diğer uzuvlardan başlamak lazım. Bu manada günümüz Müslüman kadınının yaptığı vahyin gönderiliş amacına terstir ve asla İslami bir davranış değildir. Bilinmelidir ki Tesettür; cinselliği örtü ile daha cazip hale getirmek için değil, ortaya çıkan cazibeyi örtü ile gizlemektir.
       Cahiliye döneminde ve İslam öncesi toplumlarda hiçbir hakkı, hukuku ve değeri olmayan, zilletin kaynağı ve günahın membaı olarak görülen kadın pazarlarda bir meta gibi alınıp satılırdı. Kim hür kim köle, kim sahipli kim sahipsiz, kim satılık kim değil bilinmezdi. Önüne gelen kişi, kadınlara saatlik, günlük, haftalık, aylık… birlikte yaşama teklifinde bulunurdu. Bu da kadını tamamen cinsel arzuların tatmini için kullanılan bir objeye dönüştürmüştü. İslam, kadının alınıp satılabilen bir meta olmadığını göstermek ve haddini ve edebini bilmeyen erkeklerin eziyetine maruz bırakmamak için onun örtünerek bir ailesi olduğunu ve ticari bir meta olmadığını göstermesini istiyor. Ancak dünyanın geldiği noktada bugünün kadını için böyle aşağılayıcı bir durum sözkonusu değildir. Dolaysıyla örtünmekle alakalı bu ve Ahzab 33/59. âyetlerini çok iyi analiz etmeli ve asla ifrat ve tefride düşmemeliyiz.

       32. (Ey Müslümanlar!) İçinizden evli olmayan (dul veya bekâr olan)ları, kölelerinizden ve cariyelerinizden (fikrî ve ahlaki olgunluğa ulaşmış evlenmesi) uygun olanlara evlendirin. (Evlenmeye niyeti olanlar) yoksul iseler, (korkmasınlar, çünkü rızkı veren) Allah onları lütfuyla destekleyecektir (iradelerini güçlendirerek önlerini açacak ve onları hiç kimseye muhtaç etmeyecektir). Çünkü Allah, lütfu ve ihsanı geniş olandır, O, (her şeyi) bilendir.
       33. (Bütün bunlara rağmen yine de) evlenmeye imkân bulamayanlar, (çalışarak) Allah’ın lütfu ile kendilerini zenginleştirinceye kadar namuslu kalmaya özen göstersinler (zinadan sakınsınlar)! (Ey köle sahibi Müslümanlar!) Ödeyecekleri belirli bir bedel karşılığında özgürlüklerine kavuşmak için sizinle sözleşme yapmak isteyen elinizin altındaki köle ve cariyelerle eğer onlar için bir hayır görüyorsanız hemen sözleşme yapın! Allah’ın size (emanet) verdiği mallardan onlara da verin! Namuslu kalmak isteyen cariyelerinizi dünyalık çıkarlarınız uğruna fuhşa zorlamayın! Kim onları zorlar (zinaya mecbur eder)se bilsin ki, zorlanmaları sebebiyle Allah (onlar için) çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. Bkz. 4/25

       Görüldüğü gibi İslam, sosyal bir vakıa olarak kölelik problemini çözmek ve köleleri hürriyetlerine kavuşturmak için birçok yol göstermiştir. Mü’minin kazaen bir mü’mini öldürmesi (Nisa 4/92), Kasten yapılan yeminin bağışlanması (Maide, 5/89), Eşlerine zıhar yaparak onlardan ayrılmaya kalkıp sonra söylediklerinden dönmesi (Mücadele, 58/3) gibi birçok günahın keffaretini köleleri azat etmeye bağlayan İslam dini, Bakara 2/177. ayette olduğu gibi zekâtın verilebileceği kişilerden birini de özgürlüğüne kavuşmak isteyen kölelerden seçmiştir.
       “Allah’ın size (emanet) verdiği mallardan onlara da verin!” ifadesi, ellerinde bulunan servete ipotek koyan, değil paylaşmayı koklatmayı bile fazla gören zenginlere her şeyin mutlak sahibinin Allah olduğunu bir kez daha hatırlatıyor. Yani servetinizden onlara mutlaka verin çünkü o servetin gerçek sahibi siz değilsiniz, Allah’tır. Siz sadece bir emanetçisiniz, bekçisiniz. Allah’ın verdiği maldan vereceksiniz, kendi malınızdan değil. O halde size emanet edilen ve tamamı Allah’a ait olan mallardan verin, köleliği bitirin, eşitsizliği ortadan kaldırın, yoksulluğu azaltın, sosyal adaleti sağlayın, anarşiyi ortadan kaldırın ve insanca yaşamayı gerçekleştirin!

       34. Andolsun ki, Biz size hakikati açık ve net olarak dile getiren mesajlar, sizden önce gelip geçenlerden örnekler (kıssalar) ve Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle yaşamak isteyenler için öğüt(ler) indirdik.
       35. Allah göklerin ve yerin nurudur (her şeyin aydınlığını verendir). O’nun nuru, içinde kandil bulunan bir oyuk(tan yayılan ışığa) benzer. O kandil ki bir cam içindedir. Cam sanki inci gibi parıldayan bir yıldızdır ki onun yakıtı, doğuda da batıda da eşine rastlanmayan mübarek/bereketli bir zeytin ağacından alınmaktadır. Ona ateş değmese bile neredeyse yağı ışık verecek. (Bu da) nur üstüne nurdur (ışığı pırıl pırıldır). Allah, dileyeni nuruna kavuşturur. Allah (gerçeği anlamaları için) insanlara örnekler verir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.

       “Allah göklerin ve yerin nurudur” söylemi üzerinde çok farklı yorumlar yapılmıştır. “Allah, göklerle yeri güneşle aydınlatıp karanlık perdesini ortadan kaldırmıştır” şeklinde yorumlayanlar olduğu gibi, “Allah, göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendi nuruyla doğru yola ileticidir” şeklinde fikir beyan edenler de olmuştur. Otoritelerin çoğuna göre bu ifade, ayetin kendi içindeki anlam bütünlüğüne bağlı olarak Allah’ın yaratma ve yönetmedeki kudretini anlatmaktadır. Ancak bir sonraki ayetle bağlantısı kurulduğunda görülüyor ki bu söylem, insanı aydınlatan ilahi gücün ortaya çıkmasından yani vahyin hayata müdahalesinden bahsediyor.

       36. (İşte bu nur,) Allah’ın yüceltilmesine ve içlerinde adının anılmasına izin verdiği evlerde/mescitlerdedir. Bu evlerde sabah akşam O’nun sınırsız kudret ve yüceliğini tesbih ederler. Bkz. 4/174, 6/122, 39/22, 57/19

       Ayetteki “evler” ifadesini sadece Allah’a ibadet edilen mescitler olarak değil aynı zamanda Kur’an evleri, sohbet mekânları, lokaller, dernekler, vakıf odaları hatta sohbet toplantılarının yapıldığı evler olarak da düşünebiliriz. Zira İslam’da ibadet mekânları sadece mabetlerden ibaret değildir.

       37. (Öyle kimseler vardır ki) onları ne ticaret ne de alışveriş Allah’ı zikretmekten (O’nunla beraber olduğu bilinciyle yaşamaktan), namazı ikame etmekten ve zekâtı vermekten alıkoymaz. Onlar kalplerin ve gözlerin donakalacağı bir günün dehşetinden sakınırlar.
       38. Allah, onlara yaptıklarına karşılık en güzel mükâfatı verecektir ve (üstelik) onların mükâfatlarını kendi lütfundan artırarak verecektir. Allah (hikmetine binaen) dilediğine hesapsız rızık verir. Bkz. 6/160, 16/31, 25/16, 39/34

       “Allah (hikmetine binaen) dilediğine hesapsız rızık verir.” Bu konuda kimse Allah’a hesap soramaz ve Onu neden verdin diye de yargılayamaz. Rızık takdir etmek ve ne kadar takdir edeceğine karar vermek tamamen Allah’ın iradesindedir. O, rızkı verirken kimsenin eğitim durumuna, aklı melekesine, bilgisine, ahlakına, idrakine, imanına, mefkûresine, vefasına, kabiliyetine, karakterine, kapasitesine bakmaz. Bakmayın serveti olanların “buralara kolay gelmedik, bu serveti kolay edinmedik” demelerine. Kimsenin kendiliğinden bir yere geldiği ve bir şey edindiği yok. Her şey Allah’ın takdiri ve dilemesiyle olmaktadır. Elbette ki çalışmadan bir yerlere gelinmez ama sadece çalışmakla olsaydı hamallar milyoner olurdu. Yine sadece zekâ ile zenginlik olunsaydı bilim adamları, filozoflar milyarder olurdu. “Onlar bilmiyorlar mı ki, gerçekten Allah, dilediğine rızkı genişletip yayar ve (dilediğine) de kısar. Şüphesiz bunda, inanan bir toplum için gerçekten ibretler vardır.” (Zümer 39/52) İnanan bir toplum için bu işte ibret olması, Allah’ın takdirine imanın gereğidir. Bu konuda yorum yapamayız ve Allah’ı sorgulayamayız. Zira Allah’ın adil ve merhametli olduğuna inanırız. Demek “bizim bilemediğimiz ve mahiyetini kavrayamadığımız bir sebebi vardır” deriz ve çalışmaya devam eder, neticeyi Allah’a bırakırız.

       39. İnkâr edenlere gelince; onların (iyi sandıkları) eylemleri ıssız bir çöldeki serap gibidir. Susamış kimse onu (uzaktan) su sanır, yanına geldiğinde hiçbir şey bulamaz. (İşte bunun gibi, inkârcı da kıyamet günü, yaptıklarından bir sevap bulamaz) yanında sadece Allah’ı bulur. O da onun hesabını eksiksiz görür. Allah, hesabı çabuk görendir. Bkz. 18/104, 88/2-7
       40. Yahut (inkârcıların küfür içindeki eylemleri) derin bir denizdeki karanlıklar gibidir. (Bir deniz ki) onu dalga üstüne dalga kaplıyor, üstünde de bulutlar var ve böylece karanlıklar üstüne karanlıklar (oluşmuş). (Orada bulunan kimse) elini çıkarsa neredeyse onu bile göremez. (İnkârcılar, kalplerindeki koyu karanlık sebebiyle hakkı göremez ve hidayete eremezler.) Bir kimseye (kötü niyet ve eyleminden dolayı) Allah nur vermemiş ise artık o kimsenin aydınlıktan nasibi yoktur.
       41. Göklerde ve yerde bulunanlarla havada sürüler halinde (uçan) kuşların (kulluklarının bir gereği olarak) Allah’ın sınırsız kudret ve yüceliğini dile getirerek görevlerini icra ettiklerini görmüyor musun? Bu varlıkların her biri, Allah’a nasıl yönelip niyaz edeceğini, kendine özgü tesbihini/vazifesini bilir. Allah da onların ne yaptığını tam olarak bilir.

       Hareket etmek ve çalışmak anlamlarına da gelen tesbih, bütün varlıkların hayatlarını kapsamaktadır. Her yaratılmışın kendine özgü duası ve kendine has bir görevi vardır. Allah’ın verdiği vazifeyi kendi koşulları içerisinde icra eden her varlık tesbih etmektedir. Güneşin, Ay’ın ve yıldızların kendi yörüngelerindeki hareketleri ve bu hareketlere bağlı olarak faydalı işlevlerde bulunmaları bir tesbihtir. Atın, devenin, eşeğin, filin yük taşıması, köpeğin koruması ve sadakati, ineğin, koyunun, keçinin yün, et ve süt vermesi, arının bal yapması, tavuğun keneleri, böcekleri temizlemesi ve yumurtlaması, horozun ötmesi, akbabanın, sırtlanın leş yemesi, yılanın, akrebin zehir toplaması, solucanın toprağı temizlemesi hep birer tesbihtir. Kısacası tesbih fıtratın gereklerini yerine getirmektir.

       42. Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah’ındır ve herkes Allah’a dönecektir. Bkz. 3/189, 4/126, 5/120, 57/2, 85/9
       43. Görmüyor musun ki, Allah bulutları oradan oraya sürüyor, sonra birleştiriyor, sonra üst üste yığıyor (yoğunlaştırıyor). Arkasından aralarından yağmur yağdığını görürsün. (Yine Allah) gökten dağlar gibi yüklü bulutlardan dolu indirir de onunla dilediğine (hak ettiği için musibet) verir ve dilediğinden de (o musibeti) uzak tutar. (Bulutlardan çıkan) şimşeğin parıltısı, neredeyse gözleri kör eder.
       44. Allah, (uzatıp kısaltarak) geceyi gündüze ve gündüzü geceye dönüştürür. Hiç kuşkusuz dikkatli gözlemcilerin bu olaydan alacakları dersler vardır.

       Dünya güneşin etrafında dönerken aynı zamanda kendi ekseni etrafında da döner. İşte, bunun sonucunda gece ve gündüz meydana gelir. Dünyanın küresel bir şekle sahip olmasından dolayı dünyanın her yerinde aynı anda gece ve gündüz yaşanmaz. Dünya kendi etrafında döndüğünden güneşin önüne gelen kısım gündüzü yaşarken, güneşin arkasında kalan yerlerde geceyi yaşar. Dünya bu dönüşünü 24 saatte tamamladığı için bir gün 24 saattir. Bu 24 saatin ne kadarının gündüz ne kadarının gece olduğu ise mevsimden mevsime değişiklik gösterir.

       45. Allah her canlıyı sudan (nutfeden) yaratmıştır. Onlardan bir kısmı karnı üzerinde sürünür, bir kısmı iki ayak üzerinde yürür, bir kısmı da dört ayak üzerinde hayatına devam eder. Allah dilediğini (dilediği şekilde) yaratır. Allah’ın her şeye gücü yeter.

       Her canlının sudan yaratıldığı bilimsel araştırmalarla da ispatlanmıştır. Hayatın tamamı suda maddelerin bir eriyiği olan protoplazmada oluşur, bununla korunur ve bununla devamlılığını sağlar. Susuz hiçbir protoplazma olmayacağı gibi protoplazmasız da hayat oluşmaz. Onun için ayette sadece insanın değil, bütün canlıların sudan yaratıldığı ifade ediliyor. “… Biz her şeyi sudan yarattık…” (Enbiya 21/30) Küçük iyonlardan, aminoasitlerden ve ayrıca protein, lipit ve polisakkarit gibi makro moleküllerin karışımından oluşan protoplazmanın kaynağında da Allah’ın kudreti vardır. Bu kendiliğinden olmuyor yani herşey sudan yaratılırken suyu meydana getiren unsurları da Allah yaratıyor.

       46. Andolsun ki biz gerçeği bütün açıklığıyla ortaya koyan ayetler indirdik. Allah dileyeni doğru yola iletir.
       47. (Öyleleri de vardır ki:) “Allah’a ve resule inandık ve direktiflerine uymayı kabul ettik” derler. Fakat bazıları bu sözlerinden sonra sırt çevirirler. İşte onlar inanmış değillerdir.

       Bunun örneklerini daha çok sadece kimlik Müslümanı olarak yaşayanlarda görmek mümkün. Bu ayet, inandığını iddia eden ve fakat neye inandığını bilmeyen, Hz. Allah’ın insandan nasıl bir hayat yaşamasını istediğini araştırmayan ve hayatına Allah’ın müdahalesini istemeyen, Hz. Kur’an’a inanan ama onun nelerden bahsettiğini, hangi konuları ihtiva ettiğini, muhatabından neleri istediğini merak etmeyen, Hz. Muhammed’i peygamber olarak kabul eden ama onun hayatını, misyonunu, mücadelesini, erdemli duruşunu düşünmeyen ve sadece “kelime-i şahadet” le Müslüman olunacağını ve kafasına göre yaşayabileceğini zanneden insanlara bir hatırlatma yapmaktadır.

       48. Aralarında hüküm vermesi için Allah’(ın mesajın)a ve resulün (davetine) çağırıldıkları zaman, bir de bakarsın ki içlerinden bir grup hemen yüz çevirip uzaklaşır.
       49. Ama verilen hüküm, kendi lehlerinde ise, boyun eğerek ona gelirler.
       50. Bunların kalplerinde bir hastalık mı var? Yoksa şüphe mi ediyorlar? Yahut Allah’ın ve Resulünün kendilerine haksızlık yapacağından mı korkuyorlar? Hayır, (kendilerine) haksızlık yapan onların kendileridir!
       51. Aralarında hüküm verilmesi için Allah’a ve Resulüne dâvet edilen mü’minlerin söyleyeceği tek söz: “Duyduk ve itaat ettik” demeleridir. İşte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.

       Onların “duyduk ve itaat ettik” demeleri, duyduklarımızı kabul ettik ve hayata geçireceğiz demektir. Bir emre itaat, o emri layıkıyla yerine getirmekle olur. 53. Ayette de görüldüğü gibi Allah sadece itaat ettik demeyi değil, itaat edeceklerine dair yemin etmeyi bile doğru bulmuyor ve “sizden istenene münasip şekilde uyun” diyor.

       52. Kim(ler) Allah’a ve Resulüne itaat eder, Allah’ın azabından korkar ve O’na karşı gelmekten sakınırsa, işte onlar kurtuluşa ve mutluluğa erenlerdir.
       53. (Ey Resul!) Senin kendilerine emretmen halinde savaşa çıkacaklarına dair var güçleriyle yemin ederler. De ki: “Yemin etmeyin! Sizden istenen münasip şekilde itaat etmektir. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.”
       54. De ki: “Allah’a itaat edin, resule itaat edin! Eğer yüz çevirirseniz bilin ki ona yüklenen sorumluluk yalnız ona aittir; size yüklenen sorumluluk da yalnızca size aittir. Eğer ona itaat ederseniz doğru yola erersiniz. Resulün görevi ancak apaçık bir tebliğdir.

       Hz. Muhammed’in görevi Allah’tan aldığı öğretileri, insanların anlayacağı dilden onlara aktarmak ve pratize etmek yani örnek olmaktır. “Açık tebliğ” diye adlandırdığımız bu çağrının muhatabı olan insanın sorumluluğu da aldığı emirleri pratik hayatta uygulamaktır. Allah’a ve resule itaatin temelinde yatan mana budur. Aldığı direktifleri yerine getirmeyen bir Müslümanın itaatinden söz etmek mümkün değildir. Çünkü insan sadece inanmakla değil aynı zamanda inandıklarını hayata geçirmekle de yükümlüdür. Resule itaat, onun hayatıyla övünmek, onu diğer peygamberlerle yarıştırmak, ona mucizeler isnat etmek ve isnat edilen mucizelerle insanüstü bir varlık olarak onu bulutların üzerine taşımak değil, onun beslendiği kaynaktan beslenerek onun gibi yaşamaya gayret etmek, örnek almaktır.

       55. Allah, iman edip dürüst ve erdemli davranışlarda bulunanlara, tıpkı kendilerinden önce gelip geçen (bazı toplumları) egemen kıldığı gibi, onları da yeryüzünde mutlaka egemen kılacağına; onları üzerinde görmekten hoşnut olduğu dini onlar için kuvvetle kökleştireceğine ve çektikleri korkulardan sonra onları mutlaka güvenli bir duruma kavuşturacağına dair söz vermiştir. Onlar, yalnızca bana kulluk ederler ve bana hiçbir şeyi asla ortak koşmazlar. Artık bundan sonra kim(ler) inkâr ederse, işte onlar günahkârların ta kendileridir.

       Bu ayette, inandıktan sonra dürüst ve erdemli davranışlar sergileyenlere ciddi bir müjde var. Bu müjdeye mazhar olmanın yolu; ayetin muhatabının iman ettikten sonra ilahi direktifleri dikkate alarak Kur’an yörüngeli bir hayat ortaya koymasından geçer. Bu ayete ne kadar muhatap olup olmadığımızı merak ediyorsak, Allah’ın verdiği söze mazhar olup olmadığımıza bakmalıyız.

       56. Namazı ikame edin, zekâtı verin, resule itaat edin ki size merhamet edilsin.

       Burada Allah’ın merhameti üç şarta bağlanıyor. Allah’ın lütfuna mazhar olmak, rahmet ve bereketinden faydalanmak, iyi bir insan olma yolunda Yaratıcıyla iletişime geçmek için namazı ikame etmek; sosyal sorumluluk gereği, gönülden gelerek, severek ve isteyerek başkalarının da mutluluğunu düşünerek -ki gerçek mutluluğun yolu başkalarını mutlu etmekten geçer- zekât vermek; tebliğ ettiği öğretilerin aydınlığından, evrensel ahlaki değerleri pratik hayatta uygulama modelinden, erdemli bir insan olmak yolunda örnekliğinden istifade etmek için Hz. Peygambere itaat etmek.

       57. İnkârcıların (Allah’ı) dünyada aciz bırakacaklarını sakın zannetme! Onların varacakları yer ateştir. Gerçekten ne kötü bir sondur bu!
       58. Ey inananlar! Ellerinizin altında olan köle ve cariyeler ve sizden henüz erginliğe ermemiş olan (çocuk)lar, günün şu üç vaktinde; sabah namazından önce (yataktan kalkarken), gün ortasında soyunup dinlenmeye çekildiğiniz zaman ve yatsı namazından sonra (yatmaya hazırlanırken) yanınıza girmeden önce sizden izin istesinler. Bu üç vakit mahremiyetinizin korunmasız olabileceği vakitlerdir. Bu vakitlerin dışında birbirinizin yanına girip çıkmanızda sizin için de onlar için de bir sakınca yoktur. Allah mesajlarını size işte böyle açıklamaktadır. Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.

       Ayet-i Kerimede bahsi geçen üç vakit, insanların uykuya çekilecekleri, dolaysıyla elbiselerini çıkaracakları vakitlerdir. Mahremiyete azami derecede ehemmiyet veren İslamiyet, ilerde ahlaki çöküntülere sebep olabileceği gerekçesiyle olgunluk çağına gelmemiş çocukların bile gelişigüzel büyüklerin özel mekânlarına girmesini yasaklıyor. Mahremiyetin korunması demek avret yerlerinin gösterilmemesi demektir. Avret yerleri, yetişkinlerin kocalarından ya da zevcelerinden ve hastalık halinde hekimlerden başkasına, hayâ ve iffet gereği göstermemeleri gereken yerlerdir.

       59. Çocuklarınız erginlik çağına geldiklerinde, kendilerinden önceki (büyük)lerin yaptığı gibi onlar da (yatak odalarına girmek için) izin istesinler. İşte Allah, (ahlaki kuralları içeren) ayetlerini size böyle açıklıyor. Allah, (yarattığı insanı herkesten çok daha) iyi bilen ve buna göre hüküm verendir.
       60. Evlenme arzu ve ümidi kalmamış (çocuktan kesilmiş ihtiyar) kadınların, ziynet yerlerini teşhir etmeksizin, dış giysilerini çıkarmalarında kendileri için bir günah yoktur. Bununla beraber sakınmaları (örtünmeleri), kendileri için daha hayırlıdır. Zira Allah (konuşulan) her şeyi işiten, (kalplerde olan) her şeyi bilendir.

       Kur’an, toplumun çekirdeğini oluşturan kadın ve erkeği inançlarındaki ve ahlakî gelişimlerindeki mükemmelliği esas alarak namuslu, iffetli ve ahlaklı olmaları konusunda eğitmektedir. Her iki tarafı da “şehevi hisleri tahrik edecek ve cinsel arzuları harekete geçirecek davranışlardan uzak durmaları konusunda uyarmaktadır. Ayette, “evlenme arzu ve ümidi kalmamış (ihtiyar) kadınların” dikkat çekmeyecekleri için kılık kıyafet konusunda diğer kadınlara nazaran daha rahat olabilecekleri vurgulanmaktadır. Ziynet yerlerinden kasıt, kadınların cinselliklerini ön plana çıkaran ve erkeklerin şehevi hislerini tahrik eden uzuvlarıdır. Kadın, dişiliğine değil, kişiliğine önem vermelidir. İffetin muhafazası ve ırzın korunması Kur’ânî bir emirdir. Nur, 24/31. ayetine bakıldığında bu konu çok daha iyi anlaşılacaktır.

       61. Kör için bir sorumluluk yoktur. Topal için de bir sorumluluk yoktur. Hastaya da bir sorumluluk yoktur. Evlerinizde, babalarınızın evlerinde, annelerinizin evlerinde, erkek kardeşlerinizin evlerinde, kız kardeşlerinizin evlerinde, amcalarınızın evlerinde, halalarınızın evlerinde, dayılarınızın evlerinde, teyzelerinizin evlerinde yahut anahtarları size bırakılıp sahip çıkmanız istenen yerlerde veya arkadaşlarınızın evlerinde yemek yemenizde mahzur yoktur. İster toplu olarak, isterse ayrı ayrı yemenizde de sakınca yoktur. Bu evlerden (herhangi birine) her girdiğinizde Allah katından bolluk, bereket ve esenlik dileyerek birbirinize mutlaka selam verin. İşte Allah, aklınızı işletesiniz diye ayetlerini size böyle açıklıyor. Bkz. 58/8

       Müslümanlar savaşa çıkarlarken evlerinin anahtarlarını özürleri sebebiyle geride kalan kör, topal ya da hasta olan kardeşlerine bırakırlardı. Bunlar da koruma görevini üzerlerine aldıkları evlerde yemek yemekten çekinirlerdi. Ayet, bunda bir sakıncanın olmayacağını ifade etmektedir.

       62. Mü’minler ancak, Allah’a ve Resulüne gönülden inanmış kimselerdir. Onlar o resulle birlikte toplumu ilgilendiren bir işle meşgulken ondan izin istemedikçe bırakıp gitmezler. (Resulüm!) Şu senden izin isteyenler, hakikaten Allah’a ve resulüne iman etmiş kimselerdir. Öyle ise, bazı işleri için senden izin istediklerinde, sen de onlardan uygun gördüğüne izin ver. Onlar için Allah’tan bağış dile! Muhakkak ki Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. Bkz. 9/44

       Burada hem sosyal meselelerde hem de Hz. Peygambere karşı saygıda inananların sorumsuz davranamayacağı vurgulanıyor. Hem Hz. Peygambere tabi olduğunuzu söyleyeceksiniz hem de onun konuştuğu, sorulara cevap bulmaya çalıştığı, problemlerin çözümü için gayret gösterdiği meclisinden haberi olmadan çekip gideceksiniz, hem sosyal bir sorumluluk gereği cihadın farz olduğunu söyleyeceksiniz hem de toplumu ilgilendiren meselelere kayıtsız kalarak alıp başınızı gideceksiniz. İşte mü’minin tanımında böyle bir rahatlık ve sorumsuzluk söz konusu değildir.

       63. (Ey inananlar!) resulün (sizi) çağırmasını aranızda birbirinizi çağırmanız gibi tutmayın (saygıyla davetine koşun ve size izin verinceye kadar yanından ayrılmayın). Allah, arkadaşlarını siper ederek gizlice resulün yanından sıvışanları iyi bilir. Onun emrini çiğneyenler ya başlarına bir bela gelmesinden ya da acıklı bir azaba uğramasından korkmalıdırlar.

       Müslümanın hayatında Peygamberin yeri diğer insanlara nazaran çok daha farklıdır. “Resulün (sizi) çağırmasını aranızda birbirinizi çağırmanız gibi tutmayın” ifadesi, Kur’ânî ilkenin bir uzantısı olarak, gerek Hz. Muhammed’i çağırmada, gerekse onun çağrısına icabet etmede Müslümanın hassas olması gerektiğini ortaya koyuyor.
       Ayette geçen; “Onun emrini çiğneyenler ya başlarına bir bela gelmesinden ya da acıklı bir azaba uğramasından korkmalıdırlar” ifadesi Hz. Muhammed’in tamamıyla Kur’an’dan beslenen hayatını/sünnetini ciddiye almayanlar için uyarı niteliğindedir.

       64. Bilmiş olun ki, göklerde ve yerde olan her şey şüphesiz Allah’ındır. O, içinde bulunduğunuz durumu (ne yaptığınızı ne yapmak istediğinizi, nasıl bir niyet taşıdığınızı) çok iyi bilmektedir. (Yaşayan herkes) bir gün O’na döndürülecek ve o zaman O, (hayattayken) yaptıkları her şeyi kendilerine haber verecektir. Çünkü Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.